1930 kuşağının önde gelen temsilcilerinden ressam Cemal Tollu‘nun 1952 yılında kaleme aldığı Müze Kültürü isimli köşe yazısı, müzelerin vazgeçilmezliğini vurgularken, o günkü sanat ortamının durumuna ilişkin bir çerçeve de çiziyor.
Yeni Sabah Gazetesi, San’at Bahisleri “Müze Kültürü” Cemal Tollu, 28 Mayıs 1952. Görsel: Pera Müzesi
İnsanlık tarihi boyunca bütün san’at eserleri tetkik edilirse, bir devrin kültür ve sanat telâkkisinin, daha evvelki eserlerle alâkalı olduğu görülür. Bu sıkı alâka dolayısıyladır ki, hiç bir zaman değişmeyen müşterek esaslar, bilgiler, her devrin sanat eserlerinde mevcuttur.
San’atın düşkün devirlerinde ise bunun aksini görürüz. Bazan eski san’atın devam ettirildiği zannedilerek ruhsuz bir taklitçiliğe düşülmüş veya sadece el maharetine inhisar eden soğuk eserler meydana çıkmıştır. Bazan da hâdiselerin yalnız geçici taraflarını, hikâyelerini anlatmaktan başka bir iş görmeyen illüstrasyonlar yapılmıştır. Zamanımızda olduğu gibi, yeni bir şey yapmak iddiasiyle, tamamiyle köksüz ve yaşama kudretinden mahrum şekiller yaratılmak istendiği devirler de olmuştur. Ya imkânların ötesine geçmek isteyen bir işçilik veya bazı küçük menfaatlerin zoruyla, mahdut zümreleri memnun etmek kaygısı, bu düşüklüğün başlıca sebeplerindendir.
Müzelerin vazgeçilmezliği
Mısır san’atında, henüz doğmamış olan Yunan san’atının belirtilerini, Yunan san’atının ilk devirlerinde de, Mısır san’atının tesirlerinin bir müddet daha devam ettiğini görürüz. Buna benzeyen, karşılıklı kültür alışverişleri her milletin büyük devirlerinde vardır. Rönesans bize bunun en iyi misalini veriyor. Rönesansın bünyesi, Yunan estetiğinin tâ kendisidir. Michel Ange (Michelangelo), Medici’lerin sarayındaki Yunan heykellerini derin bir aşkla tetkik etmişti. Titien’nin çıplakları, Yunan heykellerinden mülhemdir. Bu tarz tahliller san’atkârın ilerlemesine, yeni fikirlerin doğmasına sebep olmuştur. Bugün bu öğretici vazifeyi müzeler yapmaktadır.
Degas henüz pek küçük iken, amcası kolundan tutarak Ingres‘e götürüyor ve bu çocuğun nasıl yetiştirilmesinin doğru olacağını soruyor. Ingres buna cevap olarak “Müzelerde kopyalar yapsın” tavsiyesinde bulunuyor.
San’atın büyüklüğü, ciddiyeti ve eser verebilmek için lüzumlu olan her türlü bilgi ancak müzelerde öğrenilir. Müzelerden vazgeçilemeyeceğini kabul etmekle beraber, şunu iyi bilmelidir ki, müzelerden istifade edebilmek için de muayyen bir bilgiye, geniş bir san’at kültürüne ve yanılmıyan bir zevke ihtiyaç vardır; sonsuz bir sabırla müzeleri tetkik etmek, çalışmak, tahliller yapmak zarureti vardır. Halbuki pek çok kimseler, bu ihtiyacı duymayacak kadar zayıftırlar. Müzelere pek az gittiklerini söyleyerek öğünürler; müzelerin yakılmasını tavsiye edecek kadar ileri gidenler de yok değildir.
Gelenekten geleceğe
Rodin ise vasiyetnamesinde “Phidias’ın önünde, Michel Ange’ın önünde eğiliniz. Birinin ilahi sükûnetini, diğerinin haşin ıztırabını takdirle temaşa ediniz. Asil ruhlar için takdir, bereketli bir şarap gibidir. Bununla beraber ağabeylerinizi taklitten kendinizi koruyunuz. An’aneye hürmetkâr, onun sakladığı, ebediyen velûd olanı seçmesini biliniz. Tabiat aşkı ve samimiyet. Bunlar dâhilerin iki kuvvetli ihtirasıdır. Hepsi tabiata taptılar ve hiç bir zaman aldatmadılar. Bu an’ane size itiyadın verdiği maharetten kaçınmanın anahtarını verir. Bizzat an’ane size, durmadan hakikati aramanızı emreder ve herhangi bir üstada körü körüne itaat etmekten sizi alıkor.” diyor.
Bütün büyük san’atkârların sıkı sıkıya bağlı kaldıkları, saygı gösterdikleri an’aneden mahrum devirlerde her yapılan resim ve heykele (eser) vasfı kolaylıkla verilmektedir. Bir resim veya heykelin (eser) vasfına lâyık olması için muayyen bir kültür ve estetik hususiyetlerini haiz olması şarttır. Bilhassa memleketimizde çerçeveye konan her resim, bir san’at eseri gibi telâkki edilerek halka teşhir ediliyor. Bilgili münekkidlerden mahrum olduğumuzdan bu halin devamı, halkın yanlış fikirlere sahip olmasına sebep olacağı gibi, san’atımızın istikbali bakımından da tehlikeli bir çığır açıyor. Bir san’at eseri; iptidaî malzemesinden başlıyarak, telâkki ve kültür ile muvazi giden sağlam bir işçiliğe de dayanmalıdır.
Gene Rodin’i dinliyelim: “San’at histen başka birşey değildir. Fakat, hacim, nisbet, renk bilgisi, el mahareti olmaksızın, en canlı duygu bile felce uğrar. En büyük bir şair, dilini bilmediği yabancı bir memlekette ne yapabilir? Yeni san’at neslinde öyle şairler var ki, maalesef konuşmayı öğrenmek istemiyorlar. Kekelemekten başka birşey de yapmıyorlar. Hayır! İlhama güvenmeyiniz. Böyle şey yok. San’atkarın vasıfları; dikkat, samimiyet, iradedir. İşinizi namuslu bir işçi gibi tamamlayınız.”
Rodin’in istediği işçiliğin değerini Giberti‘de görebiliyoruz. Floransa’daki Batistero‘nun kapılarını, bir müsabaka neticesinde kazanmasının yegâne sebebi, çok iyi dökülmüş ve iyi bir işçilikle yapılmış olması idi.
Michel Ange, yağlı boya resmin kadınlara mahsus kolay bir iş olduğunu, asırlara dayanabilecek ve ancak erkeklerin başarabileceği ağır bir malzemenin mermer olduğunu söylerdi. Bu mübalâğalı sözü söyleten, onun kuvvetli ve haşin karakteri idi ve işi çok ciddiye almasından ileri geliyordu.
Bugün hayranı olduğumuz Picasso ve Braque gibi asrımızın büyükleri de şahsiyetlerini ve estetiklerini doğrudan doğruya müzelerden çıkarmışlardır. Müzeleri tetkik eden san’atkar, oradaki eserleri kopye ederken, onun gibi yapmayı değil, orada yerleşmiş esaslı ve ölmez kaideleri öğrenecek, o devrin düşüncelerine nüfuz edecek ve kendi dili ile yeni eserler verecektir.
Renoir‘da Rubens‘i ve Pompei fresklerini görürüz. Bonnard‘da ise, Renoir’ı Cézanne‘ı, hattâ bütün empresyonistlerin tesirini görmek mümkündür. Zincirin halkaları birbirine bağlanarak devam ediyor. Bütün bu aşikar tesirlere rağmen bu san’atkarlardan her biri ayrı ayrı şahsiyetler halinde, yeni bir dil ile ifade edilen kıymetlerle karşımıza çıkıyorlar. Picasso’nun büyüklüğü de bu taraftadır. İlk devirlerinde Toulouse-Lautres, daha sonra sıra ile zenci san’atı ve kübizmi, Yunan vazo ve heykellerini, Ingres’i, Gréco’yu, Corot’yu, Cézanne’ı, son eserlerinde de ilk çağların duvar resimlerini görüyoruz. Demek oluyor ki, Picasso da tamamiyle müzelere dayanıyor. Fakat onun kuvvetli şahsiyeti ve yaratıcı zekası, gördüklerini ve sevdiklerini kendine mal ederek gür bir sesle söyletiyor. Bu misalleri çoğaltmak mümkündür.
Bütün bu misallerden anlaşılıyor ki, dünyanın herhangi bir köşesine çekilerek ve atölyeye kapanarak, müzelerden mahrum bir halde, hiç bir türlü iyi san’at yapılamıyor.
Usta – çırak geleneği
Eskiden, san’atın herşeyden evvel lüzumlu olan işçiliğini ve estetiğini usta-çırak an’anesi çok sağlam ve emniyetli bir şekilde temin ederdi. Ustanın yanına kabul edilen müstakbel san’atkar, atölyenin bir köşesinde sessiz sadasız, küçük elleriyle boya karıştırır, uzun bir müddet sonra tuval hazırlamaya başlar ve sırası geldikçe; resimlerin fonunu ve kolay taraflarını boyar, kabiliyeti nisbetinde ustanın desenlerini büyütür ve tedricen ustanın bütün işlerine bilfiil iştirak ederdi. Böylece, bir eserin doğuşundan tamamlanmasına kadar, bir metod ve ilim içinde cereyan eden safhalara şahit olurdu. Bunlar, işçilikten başlıyarak fikre, ruha kadar, bir eserin muhtelif merhalelerini şaşmaz bir katiyet ile ve sıra ile öğrenilen lüzumlu bilgilerdir. Ondan sonra, başka memleketlerin san’atlarını görmek, ufukları daha çok genişletmek ihtiyaciyle seyahatler yapılırdı.
Bugün san’at mekteplerinin açılması ve resmin de şovaleye inmesi yüzünden, usta – çırak an’anesi unutuldu. Seyahatlerden ve müzelerden de mahrum kalındığı takdirde san’at’ın daha nerelere kadar düşeceğini tahmin etmek güç değildir.
İlginizi çekebilir
- Van Gogh’un Son Tablosuna İlham Olan Yer, Kartpostaldan Çıktı
- İş Bankası Müzesi’nden Sanal Sergi «Kumbaranın Tarihi»
- Sadberk Hanım Müzesi Sonunda Taşınıyor
- İş Bankası, Beyoğlu’nda Resim Müzesi Açıyor
- İbrahim Çallı ve Atölyesi
- Kaplumbağa Terbiyecisi
- Koleksiyon Kültürü: Dijital Müze
- Kültür Envanteri Atlası
0 Yorum bulunuyor “Müze Kültürü”