“Hotel d’Angleterre’in panjurlarını, demir kepenkli balkon kapılarını bir türlü kapattırmayan, yabancıları pencere önünden ayırtmayan zenginliği bu idi: Haliç’te akşam.” 1979 yılından bir broşür-efemera, Çelik Gülersoy‘un kaleminden Türkiye’nin ilk Oteli: Hotel d’Angleterre (İngiliz Oteli).
Görsel Kaynak: SALT Arşiv
Çocukluğumun İstanbul’unda, yani 1930’lu ve biraz da 1940’lı yılların, sakin ve telaşsız şehrinde, kenar-köşe semtlerden Beyoğlu’na çıkış, şehirlerarası bir yolculuk, hatta biraz da bir Avrupa seyahati gibi bir şeydi.
Önce taşıt ve ulaştırma sorunu vardı. Bir çok yere yaya gidilirdi. Ama bizim oturduğumuz Yıldız Mahallesi’nden Taksim’e yürümek pek kolay bir şey olmadığından, genellikle otobüse binilirdi. Otobüs. Hele, Belediye otobüsü. Her semte işlemeyen ve emektar, babacan tramvaya oranla, hayli «lüks» bir «vasıta-i nakliye».
Özellikle, II. Savaştan sonra servise konulan, açık yumurta sarısındaki rengini eni-konu şık bulduğum ve arkasındaki balkon-sahanlığı neş’emi artıran, burunlu ve oturaklı tipleri yok mu, bir bilet alıp yerleşince, bomboş yollardan, homur-homur Taksime çıkmakla, Paris’e gitmek arasında, fazla bir ayırım kalmazdı. Taksim Meydanı’na gelip, Suların kaldırımı kenarında inince, gece ise ışıklı, büyüleyici; gündüz ise, şık, kibar bir dünya başlardı. Güneşli yollarda vitrinlere bakmak, benim çocuk gözlerim için, doyulur şey değildi: Pastacılar’da (hepsi de Evropa isimli: Gloria, Nisuaz, falan) üzeri yapma çiçekli boy-boy kadife kutular, parlak tepsilerde dizi-dizi pastalar, giyim kuşam mağazalarında, hasır şapkalar, baston çeşitleri. Lâf değil, çoğu Paris, ya da Viyana malı.
Amma, ille de Beyoğlu geceleri. İki keçeli mağazaların ve ara sokaklarda barların panolarındaki renkli ışıkları, bir durur, bir yanar, sonra pırr, hepsi söner, bu defa başka bir desen çizer ve boyar, limonatacı ve gazeteci dükkânlarının kapı zili gibi anonsları devamlı çalar, kapısında kırmızı-beyaz helezoni bantlı ve tepesi gloplu fenerleri yanan berber salonlarından pudralı müşteriler çıkar, sinemalardan dik siyah paltolu, parlak beyaz ipek eşarplı beyler, hanımlar dağılır ve her yerden bir keyif, bir canlılık, bir «asri»lik rengi ve kokusu yayılırdı.
Fakat Galatasaray’da, köşedeki Zara Gömlekçisi’ni geçip Tepebaşı’na sapınca, ışıklar azalır, mağazalar seyrekleşir, biraz karanlık, biraz demode, ikinci derece ve rütbede bir yeni semt başlamış olurdu.
Buradaki hüzünlü atmosfer, her seferinde beni üzerdi. Az yürüyünce, İngiltere Elçiliği’nin ilerisinde köşedeki bir yapı, tekrar dikkatleri toplar ve özellikle demir kapısı üstüne, yarım kemer içerisine yerleştirilmiş bir amblem, daha doğrusu bayram geceleri takılan bir süsleme, içimi ezerdi: Karşı karşıya iki ay ve ortalarında bir yıldız. Bu tahta motiflerin üzerine dizilmiş beyaz ampuller yandığı zaman, bu tablonun o karanlık gece içinde çizdiği pırıltılı resmin tadını, şimdilerde nasıl anlatmalı?
Hotel d’Angleterre (İngiliz Oteli)
Burası, ilk yapılışında Hotel d’Angleterre, sonra Hotel Royal olan, daha da sonra galiba II. Savaş öncesinde bir takım nümayişler ve Mussolini paralelindeki bir-iki şehir olayından sonra, adı Orta Asyalaştırılıp «Alp Oteli»ne çevrilen, eski ve tarihsel yapı idi.
Çok sonraları, 1950’li yıllarda, içine girecek yaşa geldim ve köşesini-bucağını tanıdım.
Yapının Meşrutiyet Caddesi’ne bakan cephesinde, önce sağda, küçük bir kadın şapkacısı dükkânı vardı. Macar Madamı Laslo’nun boy-boy, renk-renk, tüllü-tülsüz, demet ve buket çiçekli, kanatlı, tüylü şapkaları, vitrini ve rafları doldururdu. Hem 19. yüzyıl frenk Beyoğlusu’nun kokonalarına, hem de Atatürk reformları ile İstanbul ve Ankara hanımlarının da alışmaya başladıkları bir süs: Şapka.
Şapkacının solunda, Otelin girişi geliyordu. Camlı, ahşap bir kapı. Girer-girmez dik bir mermer merdivenle az yukarı çıkılıyor. Orası otelin ana holü. Solda Müdürlük odası. Karşıya yine iyice dik çıkan, sonra bir dönüş yapan, yüksek bir merdiven geliyor, üst katlara çıkmak için. Merdivenin altında resepsiyon ve konsiyerj var. Sağdan ilerleyince önce lobby, sonra da lokanta salonu. Salon ve lokanta, eski mobilya ile döşeli. Beyaz lâke-büfeler, ahşap-hasır, uzun arkalıklı sandalyeler ve duvarda eski servis takımlarından kalma, kanatlılar ve balık resimli, renkli uzun tabaklar. Holdeki merdivenden yukarı çıkınca ise, sıra-sıra odalar. Büyük kısmı Haliç’i görüyor. Hepsi masif ahşap eşya ile döşeli. Bir bölümü arkadaki İngiliz Sefaretine ve bahçesine bakıyor: Zümrüt gibi bir dünya. Şehrin ortasında, o zaman bile hareketli ve kalabalık olan bir caddenin kenarında bulunup da, odalarından bülbül dinlenebilen yegâne otel, hatta tek ev, burası.
Haliç’e bakan odalarının bütün kerameti, gündüzleri görülen manzara değil; o tarihlerde, mavi bir su olan Haliç, gidip gelen kayıklar, ahenkli bir mimari ile yamaçlara dizili evler, filân. Güzel bir resim. Bu yüzyılın başında, yokuş başındaki karşı köşesine apartman yapılıp gorünümün yarısını kapatıncaya kadar, otel böyle bir tabloya bakıyor. Ama tadı bundan ibaret değil.
Olmaz bir güzellik, akşam olunca başlıyor. Güneş, nasıl bir gün geçerse geçsin, kaç milyonlarca yıldır uyguladığı bir âdetine uyarak, bir saatten sonra Topkapı Sarayının ardına, Bakırköy yörelerine doğru ine-ine, uzaklaşmaya koyulunca, rengi solmaya dönüyor, gönderdiği zayıf ışıklar, huzme demetleri ve nurdan çubuklar, birer veda mesajı haline geliyor ve ne kadar, canlı ve güzel olsa da, herşeyin yazık ki bir sonu olduğunu, boyalarla anlatan, söyleyen, ince bir romans, her akşam, ama her akşam, bu odalar ve balkonlardan seyredilebiliyordu. Yabancıları, hele içlerinde yazar-çizer takımını büyüleyen yanı otelin, işte bu özelliği idi.
Kimi akşamlar gökyüzü bir süre yanıp tutuşur gibi olurdu. Güneş son bir kaprisle, gücünü göstermek istercesine, ortalığı ufuk-ufuk yangın renklerine boyar, koyu kızıllar üzerine boydan boya sarılar, turuncular çeker, arada tuhaf maviler, yosun renkleri, cam göbeği tonları parlatır, herkesi sükûtlara boğan, ucu-bucağı olmayan resimler çizerdi.
Ama çoğu kez görülen tablo, böylesine canlı, ve ölen güne karşın gene de yaşama sevinci veren üslûpta değildi: Çoğu akşam, güneşle beraber Haliçte cıvıl-cıvıl bir yaşam da, bütün bir kent de, mavi sular da, rengârenk evler de, beyaz kayıklar da, soluyor, yavaşça ölüyordu. Güneş, hepsinin üstüne, bir saat boyunca, bıkmadan her akşam, tüller, sisler, buğular indiriyor, her şeyi tabaka-tabaka örtüyor, ve durmadan, avuç-avuç, ince-ince, altın tozlarını her yere serpiyor, serpiyor, serpiyordu. Bu sönen, solmuş gül renklerine bürünen dünyada, artık her şey sarıydı, turunç rengiydi ve onların akla gelebilecek ve gelmeyecek tüm tonları idi. Haliç onun için Altın Boynuz‘du. Su artık, parlayan madeni bir yoldu. Hotel d’Angleterre’in panjurlarını, demir kepenkli balkon kapılarını bir türlü kapattırmayan, yabancıları pencere önünden ayırtmayan zenginliği bu idi: Haliç’te akşam.
Bugün de öyledir: Dizi-dizi, 1930 modası apartmanlar ufukları örtse de, 1970’lerin gökdelen oteller ve iş hanları semaları yırtsa da, aşağıda Haliç, kötünün ve çirkinin her türüne batsa da, çoğu akşam, güneşin senfonisi gene aynıdır. Sadece otel yok. Yeri, otopark çöplüğü halinde sızlayan bir boşluk.
Bugün olmayan binayı anlattım. Yapı, 15-20 yıldır okuduğum eserlerde ve şehir tarihi araştırmalarımda, durup-durup karşıma çıktı. Bunlardan edindiğim bilgilere göre, Otelin ilk yapılışını ve geçirdiği aşamalar konusunu da, olabildiğince işlemek isterim:
Türkiye’nin İlk Oteli
Devrinin belgeleri, bunun İstanbul’da, demek ki Doğu’da, açılmış ilk otel olduğunu gösteriyor. Başşehrin frenk gazetelerinden biri 1, gazetesinin bulunup okunabileceği, satın alınabileceği tesisleri bildiren bir ilânında, lokantalar, çay ve pasta salonlarından başka, alt-alta 7 adet otelin adını veriyor. En başta bu bizimki.
Yine Beyoğlu’nun frenk gazetelerinden başka birisinde 2 rastladığım bir ilâna göre, tesisimizin açılış yılı, 1841’dir.
1860’lı yıllarda; yani Abdülaziz zamanında, başkentin en iyi durumdaki oteli, bu olacak ki, 18.5.1862 tarihli Journal de Constantinople‘un bir haberine göre, İngiliz Kralının temsilcisi Elliot ve beraberindeki heyet, buraya inmiş ve apartmanlar tutmuşlar.
Oteli açan kişi, Misseri adında bir lövanten, yani tatlı su frenki. Belki de azınlıklardan biri, adını Avrupalılar biraz değiştirip bozarak yapmış olabilirler. Aslı belki «Mıssıri» filân olabilir. Oteli açması, Osmanlı İmparatorluğu’nun Avrupalılaşma süreci ile atbaşı gidiyor. Daha önce başkentte ve dolayısıyla koca imparatorlukta otel yok. Kervansaraylar ve Han’lar var. Bunlar da, bilindiği ve önceki bir eserimde uzun-uzun yazdığım gibi 3, yol güvensizliği ve zahmetli yolculuk koşulları içinde doğmuş, görkemli birer ortaçağ kuruluşu. Çoğu, parasız kalınan, mimarisi ve kuralları ile saygı uyandıran, göz alıcı yapılar. Fakat o kadar. Konfor hak getire. Odalar, banyo, tuvalet şöyle dursun, döşemeden bile yoksun. Eski bir gezginin deyimi ile, taş taban yatak; tavan da yorgan. Getirdiğin yükü yıkıp üstünde uyuyacaksın. Bunların dışında, kentin Beyoğlu yakasında kalınacak yerler yok değil. Özellikle 1700’lerden sonra. Fakat hepsi bir madamın işlettiği, beş-on odalı pansiyonlar. 1841’de Istanbul’da ilk oteli, yani mobilyalı odaları, koridorlarında herkes için banyoları, restoranı, oturulacak bir salonu olan Avrupa cinsi bir tesisi, bu Bay Misseri açmayı akıl etmiş.
Kendisine cesaret verecek ortam da tabii yok değil. Yeni bir çevre ve koşullar oluşmakta. 1839’da Tanzimat ilân edilip, Batı ile ticaret yoğunlaştırılmış. Batıya el açma devri başlamış. Ferman, yabancılara ve azınlıklara hukuk garantileri veriyor ve can güvenliği sağlıyor. İstanbul’a gelen yabancı tüccar ve meraklı sayısı artmakta. Avrupada keşifler ve buluşlar da birbirini izliyor. Yelkenli gemiler yerine buharlı vapurlar uzun mesafeleri daha kısa sürede yutar hale gelmiş. Bir berekettir gidiyor. Hem ticaret, hem turizm, kayısı gülleri gibi açılma halinde. Böyle bir ortamda otel işletilmez de ne yapılır? Onun için Osmanlı taht şehrinde de, Batıya oranla 300 yıl kadar bir gecikme ile, işte ilk otelimiz bu koşullarda açılmış.
İlginç bir kişilik: Bay Misseri
Tesisi kuran kişi hakkında fazla bir bilgimiz yok. Galiba kendisinin de geçmişi, böyle bir bilgi sahibi olmaya olanak vermeyecek nitelikte.
1840’da Amerika’dan kalkıp bir Avrupa ve Yakın Doğu gezisi yapmış olan bir seri kitaplar yazarı, Bay Misseri’nin, durumunu düzeltip centilmenliğe yükselmiş olan eski bir tatar olduğunu, kılığı, kıyafeti, davranışları, ağzından düşürmedigi piposu ile, birçok Amerika’dan daha batılı ve daha burjuva görünüşlü bir patron haline geldiğini yazmaktadır. Oteli, ünlü «Eothen» rehber kitaplarının methetmesi ile, Batıda şöhret kazanmıştı 4.
Tarihteki sayısız zengin gibi, özellikle toplumun iplerini toprak soylusu aristokratların elinden alıp iktidara geçen (ve o zamandan beri de bırakmayan) 19. Yüzyıl burjuvalarının hemen hepsi gibi, sıfırdan başlayarak zengin olan bu Bay Misseri’nin ilginç bir kişiliği olduğu anlaşılıyor. Gene tarihten bildiğimiz, ve yaşadığımız zamanlarda da, çevremize baktığımızda pek çok benzerini gördüğümüz gibi, galiba çabuk kazandığı para, kendisine biraz fazla gelmiş ve midesine oturmuş. Haylice azamet kazanmış. Tutmuş, otelin adına hak kazanmak için ,salona Kraliçe Viktorya’nın portresini asmış. Bu iyi bir jest. Ama karşı duvara Prens Albert’in resmi gerekmez mi? Gerekir ama, onun astığı yağlıboya portre, kendisininki. Bahçelerinin kenarına İngiltere isimli bir otel açılmasına ses çıkarmayan, hatta belki teşvik eden Sefaret, bu garip durum hakkında ne düşünüyormuş, bilemiyorum. Bay Misseri, otelinde patron-müdür olmaktan öte, minyatür bir diktatör. Herşeye karışıyor, her yanı o düzenliyor. Personeline emretmesi, doğal. Fakat aynı yetkiyi müşteriler üstünde de kullanmaya kalktığı ve ortaya garip durumların çıktığı oluyormuş. Ama, kendisinin de hakkını fazla yememek için, ilk otellerin, biraz ona bu diktatoryayı kurma cesaretini veren prensiplerle işletildiğini kaydedelim.
Meselâ otel lokantaları, bugünkü benzerleri gibi liberal ve rahat atmosferde değil. Önce, ayrı-ayrı masalar yok ve herkes istediği (veya şefe hafif bir rica ile) seçebildiği yere oturamıyor. Uzun bir masa var. Müşteriler onun çevresinde öbür yolcularla beraber yer alıyorlar. Günümüzde de bazı vapur yolculuklarında olduğu gibi. Restoran, öyle bir çok zaman açık değil. Yemek hazır olunca, belli bir saatte açılıyor, sofra biter bitmez kapanıyor. Yemek pişince, Maitre d’Hotel salonun iki kapısını açıp, başını yukarı kaldırıp, burnunu dikerek sesleniyor: Mesdames et Messieurs, diner est servi! (Bayanlar, Baylar, yemek servise hazırdır!). Sonra peçetesi koluna asılı, penguen kılığı ile yana çekilip heykel gibi durması gerek. Müşteriler, yani protokol tutsakları, birer-ikişer, konuşa-konuşa girip yerlerini alıyorlar. İş bitince haydi dışarı, kapılar kapanıyor. Bir şey daha: Yemek a la carte değil, table d’Hôte. Yani seçecek çeşitler yok, bir cins liste var, onu yiyeceksin. Avrupa’da da pek çok yerde bu böyle.
Şimdi, otel müşteriliğinin bir cins kışla subaylığı olduğu bu disiplinli devrede, Bay Misseri ne yapsın, onun da otoritesini acık genişlettiği durumlar oluyormuş.
Örneğin sofraya, en uca bizzat kendisi oturarak başkanlık ediyormuş. Bununla kalsa iyi. Bazan bu pozisyonu da abarttığı, müşterilerin hareketlerine karıştığı ve kendisine göre ikram ve servis politikaları uyguladığı görülüyormuş: Önem verdiği kişilere ve beğendiği yolculara, sofradaki yerlerine uymadan, garsonların getirdiği dolu yemek tabaklarını en önce yollamak, ve hoşuna gitmeyenlere ise, masadaki sırasını işaretle atlatıp, tabak boşalmaya yüz tuttuktan sonra garsonu yollamak gibi.
Bir Fransız hanım yazar, davetli olarak gittiği bu restoranda, onun bu türüklerinden başka tanık olduğu şu acıklı-eğlenceli sahneyi de, anılarında ve gezi kitabında, kaydediyor 5:
Bay Misseri, yemek esnasında bir müşterinin gazete okuduğunu görür ve ayağa kalkarak kendisine asabiyetle seslenir :
— Mösyö! Size hatırlatmak isterim ki, burası distenge bir oteldir ve sofrada yemekten başka bir uğraşa yer yoktur!
— Mösyö! Ne itibarla böyle bir hatırlatılmaya mâruz kalıyorum?
— Gayet basit, ben, yani bu maison’un sahibi ve efendisi, bunu böyle gerekli ve âdab-ı muaşerete uygun buluyorum.
— Ah Mösyö! Pozisyonları değiştirmeye ben de sizi mezun bulmuyorum. Evinize gelsem ve size davetli olsam, dediğiniz doğru olabilirdi. Ama burası bir oteldir ve ben buraya para ödüyorum. Günde 25 frank!
Bunun üzerine sofradakiler gülüşmeye başlarlar ve mesleğinin diplomatlık olduğu anlaşılan bu yolcunun hazırcevaplığı genel bir onaylama bulur. Durumun nazikleştiğini gören Bay Misseri, yenilgisi halinde bu cins örneklerin çoğalacağını ve otelindeki kırallığının bir hizmetkârlığa dönüşeceğini düşünür. Fakat koşulları iyi değerlendiremeyen pek çok kişinin, tarihte ve çağımızda yaptığı hataya düşerek, iyi ve şerefli bir geri çekilme manevrası yerine, talihsiz hücuma devam eder:
— Mösyö, bu tonla konuştuğunuza sizi sofrayı terk etmeğe davet ediyorum. Burası ancak nazik ve seçkin kişilere mahsustur
— Bah! Sofrayı terk etmesi gereken bir kişi varsa, o da sizsiniz Mösyö! der, diplomat yolcu. Kristal kadehini eline alır, roze şarabını yudumlar, sükünetle, ve tekrar monoklunu takmadan önce, patrona küçümseyerek bakar ve ilâve eder : Unutmayın ki, bu alelâde bir yemek için de size 8 frank ödemekteyim. Sonra monoklunu takar ve kıraatine devam eder.
Tabii oteldeki yaşam, her zaman böyle trajik olaylarla geçmiyordu. 19. yüzyıl İstanbulu’nun renkli, tatlı, kozmopolit, sakin hayatı, olduğu gibi, Beyoğlu’nun bu eski ve ilginç tesisine de yansıyordu. Yüzyıl boyunca şehre gelmiş olan gezginler, onun hakkında da değerli bilgiler verir, ilginç skeçler çizerler:
19. Yüzyılda henüz Galata rıhtımları yapılmadan önce bu kıyılar doğal bir deniz sahili halinde sığ kumlu ve topraklı olduğundan, gemiler açıkta demir atarlar ve yolcuları oradan kayıklarla kıyıya çıkartırlardı.
1850’de gelen bir İngiliz, Hotel Misseri’nin, yolcularını geminin rehber, otel komisyoncusu, tercüman ve hammal kargaşasından kurtarıp, özel kayığı ile sahil-i selâmete çıkardığını yazıyor 6.
Otelin ünlü konukları
Birçok seyahatler yapıp onların kitaplarını yayınlayan bir Amerikalı, bir Yakın Doğu gezisini anlatan kitabında, «Hotel Misseri»yi en büyük ve en güzel, en modaya uygun, şık tesis olarak nitelendirip her zevkli turiste salık veriyor. Otelin-salonları, koridorları, merdivenleri her dakika, inip-çıkan, gelip-giden, hizmetkârlar, garsonlar, tercümanlar, komisyoncular ile dolup taşıyormuş 7.
Sunbeam adlı lüks yatı ile 1874’de uzun bir Akdeniz ve Ege gezisine çıkan İngiliz soylusu hanım yazar Lady Brassey, «rüyalarının şehri olan» İstanbul’a gelip demir attıkları zaman, öğle ve akşam yemeklerinin çoğunu devrin en iyi tesisi olan otelimizde yemişlerdir. Cami, çarşı-pazar, saray ziyaretlerinin sonunda, Locanta-Misseri’nin sakız gibi beyaz örtülü kolalı masasına oturmuşlar, o günün tabldotuna katılmaktan zevk duymuşlardır. Bir keresinde, sofrada buluşan yolculardan iki garip tipin, bir Oxford profesörü ile, 20 dili anlayan ve bunlardan yedisini konuşan Brezilyalı bir denizcinin sohbetlerini ve tartışmalarını tatlı-tatlı anımsar. Dört yıl sonra aynı yatı ile Kıbrıs’a yaptığı yeni bir gezi sonucu uğradığı İstanbul’da, otelimizi çok bozulmuş, değişmiş bulduğunu nakleder. Bu, biraz da, 1877 savaşının ve onun getirdiği ekonomik sorunların, göçlerin sonucu idi. Başşehir yenilgi ile biten bir tahttan indirme olayının sarsıntılarını yaşarken, Beyoğlu’ndaki otel de, servisi ile, yemekleri ile, kalitesi ile, bu dramları kendi çapında yansıtıyordu. 8
1883 Eylül’ünde ünlü Orient-Express‘in ilk seferi ile Londra’dan İstanbul’a özel davetliler kafilesi içinde gelen İngiliz Times Gazetesi’nin Paris muhabiri, devrinin hatırı sayılır bir gazetecisi M. de Blowitz de, Hotel d’Angleterre’e yerleştirilmiş, öbür yolcular bugünkü İstiklâl Caddesi üstünde ortalarda bir yerde bulunan Hotel de Luxembourg‘da kalmışlardı.
M. de Blowitz’e, otelin yan tarafında, yani binanın boş kalan meydan tarafına bakan cephesi üzerinde, 3. katında, balkona açılan geniş salon-odalardan biri verilmişti. O zamanlar Tünel caddesi tarafında pek az yüksek bina bulunduğundan, bu terastan hem Haliç, hem de Topkapı Sarayı ve liman, hatta Adalar görülebiliyordu.
Yazar yolcu, yukarıda bahsettiğim bu tabloyu ve güneş doğarken buradan gördüğü manzarayı coşkun bir dille, hasretlerle ve hayranlıkla anlatır. Bundan güzel bir resmi dünyada başka hiç bir yerde seyretmediğini, ondan sonra da hiçbir yerde görmek ve rastlamak istemediğini yazar. Sabahın süt rengi, gümüş ve sedef rengi sisleri içinden üstlerine çubuk-çubuk dökülen altın ışıklarla birer-birer aydınlanan ve beliren tekneler, onların arkasında yükselen kubbeler, minareler, perde-perde açılan, bir opera dekoru gibi, binbir desen, binbir rüya resmi… 9
Kırım Savaşı sırasında İstanbul’da oturmuş olan bir İngiliz hanımın da İngiliz Sefaretindeki davetlere katılabilmek için bazı geceler kaldığı otelimiz hakkında güzel anıları vardır 10: Kocası Osmanlı İmparatorluğu’na borç para veren İngiliz İkraz Komisyonu’nun (yani günümüzdeki anlamı ile IMF heyetinin) başkanı olan Mrs Hornby, geç saatte evlerinin bulunduğu Ortaköy’e dönmek çok güç olacağı için burada oda tutuyor ve giyiniyorlar. Ama beş-on bina otedeki Sefarete kadar, uzun tuvaletler ve lame pabuçlarla gitmek imkansız: Yol öylesine çamur deryası. Onun için at kiralanıyor. Şimdi bu bilgileri okuyan, aklı başında İstanbul hemşehrilerinin hayıflanacağı bir tek şey olabilir: Günümüzde durum daha da kötü: At yok.
Lady Hornby, başka kaynaklarda geçmeyen ilginç bir bilgiyi de veriyor ve hoş resimler çiziyor, satırlarıyla: Bayan Misseri, Çicek âşığı imiş: Otelin balkon-pencere içleri, çiçek saksıları ile doluymuş. Giriş katından yukarı çıkan merdivene bakan pencerelerin geniş sahanlıklarına, Noel günleri, üzerlerinde meyveleri ile, portakal ve limon saksıları ve fıçıları dizilirmiş.
Otelimizin yakın tarihdeki ünlü müşterilerinden biri de, Pierre Loti‘dir. Büyüleyici Doğu’nun âşıklarından olan Fransız romancısı, İstanbul’a gelişlerinde, gemisinde kalmadığı zamanlar buraya inermiş. Hatta Pera Palace’ın açılmasından sonra da, daha konforlu olan bu yeni tesise inip rahatına bakmaktansa, her zaman olduğu gibi anılarına ve eskiye sadık kalır ve yine Hotel d’Angleterre’e iner, kendisine hep 36-37 sayılı odalar verilirmiş. 11 Buranın balkonundan Haliç’i seyretmek ve akşamları gökyüzünden sulara dökülen sarı gül yapraklarına bakıp-bakıp kendinden geçmek için, Lotiden daha iyisi mi bulunacak? Ben, birisi yatak odası, öbürü salon olan iç-içe bu iki odayı görmüştüm.
Otelimizden bahseden sonuncu yazar, Sait Faik‘tir. Lirik hikâyecimiz, burada bir Cumartesi gecesi geçirmiş. Gece kafayı bulup yattıktan sonra sabah, gözlerini kuş sesleri ile açınca, kentin ortalık yerinde, bir koru içinde olduğunu hayretle görmüş. Kimsesiz bir İstanbul pazarı sabahında, rüzgâr sarı sonbahar yaprakları ile oynarken, gözleri bu pastoral sahneye dalıp giden içli yazarımız, bunu duygular ve sızılarla hatırlar 12.
Şimdilerde otopark!
Böylece, baloları ile, kristal takımlı restoranı ile, önündeki çamurları ve balkonundan seyredilen masal görünümleri ile, bir eyyâm geçmiş. Hotel d’Angleterre’i işleten (ve bazen oteline kendi adını da takan) Bay Misseri ne olmuş, bilmiyorum. Tapu kayıtlarına bakılabilse, taşınmaz’ın kaç el değiştirdiği anlaşılabilir. I. Cihan Savaşından sonra mütarekede otel işgal kuvvetlerince kullanılmış. 1930’lu yıllarda ise, Tokatlıyan Oteli’nin sahibinin damadı olan Bay Medovitch’in oğlu burayı almış. Kendisi ve fransız asıllı eşi uzun yıllar işlettiler. Eskiyen otelin ilk zamanlarındaki parlaklığı kalmamıştı, tabii. Fakat son yıllara kadar, aile işletmesi bir 19. yüzyıl otelinde kalmak isteyen yabancılar buraya gelirler, seyahat acenteleri de o tip müşterilerini gönderirlerdi. Pek az yemek çeşidi bulundurabilen, fakat sakin ve soylu lokantasında, İstanbul’un yaşlı ve seçkin tiplerine rastlanırdı. Bazı kışlarını Kanlıca’daki yalıda geçiremeyen Kadri Cenani Bey, birkaç yıl önce kaybettiği saygıdeğer eşi ile burada oturur, her yemek vakti restoranda belli masada yerlerini alırlar, cristofle çorba kâsesinden servis ile başlayan yemeklerinde muntazaman bulunurlardı.
Galiba 1972 yılıydı. Bayan Medovitch bana otelin Kurumca satın alınması teklifini yaptı. Bir süre Kuruma egemen olan bir anlayış yüzünden onu da gerçekleştiremedik. İstanbul Belediyesi ve Anıtlar Yüksek Kurulu gibi yetkili ve sorumlu iki makam, şehirdeki tarihsel yapıları taramadan geçirip bir deftere kaydetmek gibi basit bir işi, bir türlü yapamamış olduklarından, Türkiye’nin bu ilk oteli de, kamu hukuku açısından sahipsiz ve korumasız durumdaydı. Bu konudaki düşüncemi bildirdiğimde, Bayan Medovitch, ellerindeki bu tek servet «tarihi eser» damgası yiyerek kaput olursa, ailenin para bakımından çok zor duruma düşeceğini söyleyerek yakındığından, doğrusu ben de hareketsiz kaldım. Bütün bu «irrasyonel» ögeler bir araya geldi, otel 5 milyon liraya bir akaryakıt şirketine satıldı. Yeni sahibi de, ne olur ne olmaz düşüncesiyle olsa gerek, yapıyı hemen yıktı, arsa haline getirdi.
Şimdilerde yeri, (Mrs Hornby’nin ruhu şâd olsun) yine çamurlu, bir otopark!
Not: Yazıda belirtilen numaralara ait dipnotları aşağıdaki efemeranın son sayfasında bulabilirsiniz.
Türkiye’nin İlk Oteli «Hotel d’Angleterre»
İlginizi çekebilir
- Misbah Muhayyeş ve Kedisi
- Tünel: Pera’yı Galata’ya Bağlayan Asansör
- Asmalı Mescit
- Bulgur Palas, Kültür Merkezi Olacak
- İstanbul’un Kaybolan Bostanları
- Péra’ya Aralıktan Bakmak
- Efemera Konuları ve Cinsleri
0 Yorum bulunuyor “Türkiye’nin İlk Oteli «Hotel d’Angleterre»”